
Yıkıcılık, Ölüm Dürtüsü ve Psikoz
Yıkıcılık, insanın içinde taşıdığı o kara mayın: Freud’a göre sadece başkasına değil, kendine yönelmiş bir öfkenin, bastırılmış bir gerçeğin infilakı. Lacan içinse yıkıcılık, simgeselin kurucu eksikliğiyle gelen bir tür varoluşsal yarılmadır; insan konuştuğu andan itibaren kendinden düşmüştür, ve bu düşüşün yankısı zamanla kendini şiddet, sapkınlık ya da nihilizm olarak gösterir. Yıkmak, bazen bir anlam talebidir; bazen de dilin bozguna uğradığı yerde ortaya çıkan bir çığlık.
Freud’un 1920’lerde tanımladığı ölüm dürtüsü (Todestrieb), organizmanın tekrar cansızlığa dönme eğilimini anlatır: Tüm canlılığın, sonunda kendini sessizlikte eritme arzusudur bu. Lacan bu dürtüyü, jouissance (haz+acı) kavramıyla yeniden düşünür: Ölüm dürtüsü, sadece sona erme değil, aynı zamanda varoluşun sınırlarını zorlayan bir hazda ısrar etme biçimidir. Yani özne, acıya rağmen hatta bazen acı sayesinde var olmaya çalışır. Toplumun normları tarafından dışlanan, bastırılan her şey, dönüş yolunu ölüm dürtüsünün patikalarında bulur.
Bu bağlamda psikoz, yalnızca klinik bir kategori değil; dilin, simgeselin çöküşüdür. Freud’un Schreber Vakası’nda incelediği gibi, psikoz, bastırmanın değil, reddin (Verwerfung) sonucudur: Gerçekten kopuş, sembolize edilemeyenin hüküm sürdüğü bir varoluş hali. Lacan için psikoz, Öznenin Simgesel'e girişinde bir "Adın Babası"nın eksikliğidir. Yani, yasaklayan, düzenleyen ve anlam veren baba metaforu yerleştirilmemiştir. Özne bu eksiklikle baş başa kaldığında, gerçeklik –dil gibi– parçalanmaya başlar. Halüsinasyonlar, hezeyanlar işte bu kopuşun, bu çırpınışın yankısıdır.
“Psikoz bir akıl yitiminden çok, dünyanın yitimidir. Yani dünya, onu anlamlandıran bağlamları kaybettiğinde, özne kendi iç sesinde boğulmaya başlar. Ölüm dürtüsü, bu sessizliğe cevap vermek için kendine patlayan bir bombadır bazen. Dış dünya yetersiz kaldığında, içerideki dünya infilak eder.”
Psikoz, yalnızca aklın çöküşü değildir; anlamın tutunamadığı, dilin artık ev olamadığı bir varoluş boşluğudur. İnsan, bir şekilde anlamla yaşar; anlatı kurar, kelimelerle kendine bir dünya inşa eder. Ama psikotik özne için bu anlatı, en başından eksiktir. Simgesel düzene –yani dile, yasaya, toplumsal bağa– girememiştir ya da dışlanmıştır. Gerçekliğin yırtıldığı yerden, halüsinasyonlar değil, bazen Tanrı’nın sesi, bazen evrenin dili, bazen de bastırılmış bir hakikat sızar. Psikotik, bir anlam aramaz sadece; anlamın yerini almak zorunda kalır. Çünkü dünya artık onun için susmuştur.Psikoz, delilik değil; anlamın kaybıdır. Ölüm dürtüsü, intihar değil; yaşamın bir türlü katlanılamaz hale gelmesidir. Ve yıkıcılık, sadece saldırganlık değil; bazen görmezden gelinmiş bir çocuğun, bazen unutulmuş bir bedenin, bazen de susturulmuş bir hakikatin çığlığıdır.